Gerçek'in Titreşimleri - XV
1990 yılında,
bilinçli olarak içsel yolculuğuma başladığımda, beni nereye götüreceğini
bilmiyordum, ama yine de sürdürdüm. Artık bıkmıştım. Bu dünyada hiçbir
şey mantıklı görünmüyordu. Adaletsizlik, aptallık, ‘hayat’ denilen,
sürekli olarak tekrarlanan deneyim ve davranışlarla, makinalaşmış
insanları hep aynı kısır döngüde tutan sistem, hepsi...Biz hayatı
yaşamıyoruz ki, hayat bizi yaşıyor...
İstisnaların
dışında olanlar var ve zaten çoğu bu kitabı okuyordur, ama birçok
kişiye hep, ne düşünecekleri, nereye gidecekleri, ne yapacakları ve
nasıl yapacakları söyleniyor. “Öyle değil ” diyecek olursanız, şöyle
soralım, kendiniz ve dünya hakkında size bazı kararlar verdiren ‘bilgi’
nereden geliyor? Hergün saat kaçta kalkıp işe gitmenize, nasıl
yapacağınıza, nereye gideceğinize, gittiğiniz yerde ne yapacağınıza veya
bunu sizin nasıl yapacağınıza kim karar veriyor? Eğer siz de bu rüyalar
dünyasında yaşıyor olup kendi kararlarınızı veremiyorsanız, aynı
sisteme maruz kalmışsınız demektir. Ne düşüneceğinize ve neye
inanacağınıza hergün ‘sahte’ bilgiler satan medya karar veriyor. Eğer
karşı çıkarsanız işten atılırsınız, parasız kalırsınız, evinizi
geçindiremezsiniz. Bu sadece size zarar vermez, aileniz, ya da size
bağlı herkes madur olur. Siz sisteme hizmet etmezseniz onlar zarar
görürler. Bütün bu ihtiyaçlara cevap vermek için, her gününüzü başka
insanları memnun etmek için harcarsınız. Karşılığında patronlar da
kendilerini kontrol edenleri memnun etmek için çalışıyorlardır, onlar da
aynı şekilde çizginin ötesine geçemezler.
Bir çiftçinin
anlaşmalı olduğu bir Süpermarket’e nasıl gıda sağladığı örneğine
bakalım: Çiftçi çiftliğinde çalışanlara hükmeder, onun söylediği gibi
hareket etmeyenler işten çıkarılır. Çiftçi ise süpermarket kendisinden
ne isterse onu yapmak zorundadır. Aksi takdirde sözleşmesi iptal edilir
ve işsiz kalır. İkinci aşamada, süper marketi işletenler, hissedarlara
karşı sorumludurlar. Buna patronlarına hizmet eden işçiler de dahildir.
Onlar patronlarına, patronları ise kendi patronlarına hizmet ederler.
Bu döne döne, bu şekilde uzayıp gider. Bir kişinin efendisi diğerinin
kölesidir, bir kişinin koyunu, diğer kişinin çobanıdır. Dünya bu şekilde
yapılandırılmış durumda. Sistem herkesi herkese kontrol ettiriyor ve bu
milyarlarca şekilde yapılıyor. Hür toplum dediklerimiz de, başka
isimler altındaki Gulag’lar. Sistem bize hizmet etmiyor, biz sisteme
hizmet ediyoruz. Kendimizi hür olduğumuza inandırmaya çalışıyoruz, çünkü
gerçekle yüzleşmek istemiyoruz.
Amerika’da bir
radyo programına konuk olduğum zaman arayan birisi, ilginç bir noktaya
değinmişti. İnsanlığı, karısının kendisine sadık olmadığını bilen, ama
umutsuzca bunu kabul etmek istemeyen bir adama benzetti. Kadın eve
geldiğinde adam, kiminle ve nerede olduğunu soruyor, gerçeği de biliyor,
ama umutsuzca karısının makul bir cevap vermesini diliyor, çünkü o
zaman kendisini daha rahat kandırabilecek. Yani, hoş olmayan bir
gerçeği duymaktansa, iyi bir yalanı kabul etmeye razı...
Aynı şekilde
insanların çoğu da komploları ve hükümetlerin yozlaşmışlığını, ülkelerin
kendi vatandaşları da dahil olmak üzere, savunmasız insanlara karşı
neden savaşa girdiğini anlamak istemiyor. Hükümetler hareketlerinin
nedeni hakkında yalan söyledikleri zaman vatandaşlar, bu yalanların
doğru olduğuna inanmak istiyorlar. Seçenek, hükümetlerin insanların iyi
niyetli hizmetkarları olmadığına inanmak, ama hep tersi oluyor. Örneğin,
11 Eylül dehşetini yönetip sonra da başkalarını suçlayan, sonra da
utanmadan kurbanların cenaze törenine giden A.B.D.yi yöneten güçleri
yüzlemek gerekmez mi? Kaç kişi bu gerçeği göğüslemeye cesaret
edebiliyor? Resmi yalanların kabul gören gerçekler olarak galebe
çalmalarının ana nedeni budur.
Aynı şeyi
hayatlarımız ile ilgili konularda da yapıyoruz. “Büyük bir arabam ve
büyük bir evim var, hayat ne kadar güzel değil mi?” Ev ve araba harika
olabilir, peki ya hayat? Kaç kişi gerçekten sevdiği işi yapıyor? Kaç
tanesi gerçekten mutlu, doygun ve kendisiyle barışık? İşin gerçeği, hiç
kimse...Çoğu kişi yapması gerektiğini düşündüğü şeyi yapıyor. Yani
sistemin koşullarında, sisteme hizmet etmek. Neden hayatı, dünya ile
karıştırıyoruz? Hayatın, çocukları anne babalarının gözü önünde, anne
babaları da çocukların gözü önünde havaya uçurup, bunun adına da
‘özgürlüğe kavuşturmak’denmesi ile ne ilgisi olabilir? Her sabah aynı
saattle kalkıp, aynı karmaşanın, aynı kuyruğun içinde bekleyip,
akşamları size moron muamelesi yapan bir TV’yi seyretmenin neresi hayat?
Çocuklarımızı programlanmış çarkın dişlileri arasında ezmek üzere
tasarlanmış okula ve ünivesiteye göndermenin neresi hayat? Ama yine,
biz kendimizi ‘iyi’ bir işimiz, kariyerimiz ve iyi bir hayatımız
olduğuna ikna edip, çocuklarımıza ‘iyi’ eğitim vermek için didinip
durur, hayatın aslında berbat birşey olduğu gerçeği ile asla
yüzleşmeyebiliriz.
Bu ‘hayat’ değil! Bu, ağır bir makyajın altında gizlenmiş gözyaşları ve masif bir kendini aldatma programı...
Mutluluğumuzu,
mutsuzluğumuza göre, başarılarımızı da, sistemin ‘başarı’ olarak
derecelendirdiği sembol ve süslere göre değerlendiriyoruz. Bu yazıyı
yazdığım gün, İngiltere’deki on-yirmi yaş arası gençliğin akıl ve
duygusal sağlığı ile ilgili yapılmış bir çalışmanın sonuçlarını gördüm.
Aynı şey sanayi, bilgisayar, dünyadaki herşey ve ötesi için de söz
konusu. Çalışma; gençlerin akıl sağlığındaki zamanlama eğilimleri
üzerinde yapılıp, ‘Çocuk Psikolojisi ve Psikyatri’ dergisinde
yayınlanmış. Buna göre psikolojik bozukluk ve depresyon sıkıntısı olan
15 yaş yüzdesinin, son 20 yılda yüzde 70’e yükselmiş olduğu görülüyor.
Burada 15 yaşındaki çocuklardan söz ediyoruz! Çalışma, bu dramatik
artışın nedeninin ‘başarı’ baskısı nedeniyle oluşan duygusal
travmalardan kaynaklandığını belirlemiş. Aslında, ‘sitemin’ koşulları
diye açıkça belirtmeleri gerekirdi. Çalışma, akademik başarı baskısı ve
borç meseleleri, çocuklarda büyük bir mutsuzluğa neden oluyor.
İngiltere’de, Blair
hükümeti yüzünden öğrenciler, üniversiteden ayrılırlarken bir borç
dağının altında kalıyorlar, çünkü eğitimleri için almış oldukları
krediler, onlar üniversiteden ayrılıncaya kadar dağ gibi büyüyor. Borç,
sistemin kişileri kontrol etmesi demek ve öğrenci kredilerinin asıl
amacı da bu... Çalışma ayrıca, benim yıllardır söylediğim, çocukların
zamanın büyük bir çoğunluğunu okulda geçirdiklerine dikkat çekiyordu.
Çocukları saatlerce okulda tutuyorlar, hapishanenin kapıları açıldığı
zaman da yanlarına bir sürü ev ödevi verip evlerine öyle gönderiyorlar.
Peki çocuklar istedikleri şeyi ne zaman yapacaklar? Akademik saçmalık
yuvarlana yuvarlana büyüyen bir kaptopu gibi, yanında bizim
özgürlüklerimizi de götürüyor.
Bir başka çalışma,
‘Büyüme Sancıları’ araştırması, 2004 Ekim’inde İngiltere Basın Birliği
tarafından rapor edilmiş: Kendileriyle röportaj yapılmış olan anne
babaların dörtte üçü, çocuklarının, kendilerinin aynı yaşta iken
olduklarından çok daha fazla baskı altında olduklarını söylüyorlarmış.
Yaklaşık aynı yüzdeyi oluşturan bir başka grup çocuk da, okuldaki sınav
stresi yüzünden duygu sağlıklarını yitiriyorlarmış. Peki bu sınavlar ne
için? Dua etmek için mi? Hayır, sadece sistemin, çocukların akıl ve
algılamalarını nasıl kontrol ettiğini gösteriyor. Araştırmaya göre, on
anne babadan yedisi, devletin, akıl hastası çocuk ve genç için daha
fazla yatırım yapmasını önermiş. Aman Allah’ım! Problemi çözmeyi bir
tarafa bırakıp, bunun nedeninden kurtulmaya ne dersiniz? Mesela
çocuklarınızın hissiyatını değiştirmek için, ‘bu eğitim’in ve ‘bu
sistem’in sınavlarını geçmesinin sadece kocaman bir saçmalık olduğunu
söyleyerek onları rahatlatabilirsiniz...
(D.Icke’ın, 2005’te çıkan ‘Tek Gerçek Sonsuz Sevgi, Gerisi Hep İllüzyon” adlı kitabından...)
0 comments:
Yorum Gönder