Bir ninnide yukarıda yükseklerde, gökkuşağının bir
yerlerinde bir ülke bulunduğunu ,
Gökkuşağının bir yerlerinde, görmeye cesaret edebildiğin rüyaların da gerçek
olduğunu duydum...
“Somewhere over the rainbow” adlı şarkıdan...
En azından bazı insanların, artık bu deli saçması
titreşimsel tımarhane hücresinin illüzyonları ve kandırmacasının ötesinde
yatmakta olan asıl realiteyi görebiliyor olmaları çok iyi. Bu dünya holografik
bir illüzyon, ama ‘sonsuz realite’ bambaşka
birşey. Yıllardan beri söylediğim ve yazdığım gibi hayatı, varoluşu ve varlığı
kapsayan tek cümle şu:
Tek Gerçek Sonsuz Sevgi- Gerisi Hep İllüzyon...
Bundan on yıl kadar önce basılmış olan kitabımın adı
buydu. Ve ne kadar güzel ki, şimdi de, benden başka birisi daha ‘sonsuz realite’nin,
‘Sonsuz Sevgi’ olduğunu teyit eden bir deneyim yaşamış, hem de bunu hatırlıyor
! Şimdiki realitemiz o ‘norm’un saptırılmış bir hali.
Hep kitaplarımda ve Wembley’deki sunumumda, bu
saptırmanın nereden çıktığını, realitemizin neden bu kadar dengesiz ve delice
olduğunu, bu frekans menzilinin ötesindeki, ‘gökkuşağının ötesindeki cennet’
olarak ifade edilen alemi anlattım.
Bu son örneğin, anlatmaya ve okunmaya değer oluşunun
nedeni şu; bunu teyit eden kişinin, bütün hayatı boyunca ‘hepsi bu dünyada, başkası yok’ inancında olup,
sonsuz bilinç’ten kuşkulu, iyice betonlaşmış dogmatik bir zihine sahip
Amerikalı bir beyin cerrahı oluşudur.
Birgün bu cerrahın beyni, yedi gün süreyle duruyor ve sonra geri
geliyor. Ancak, geri gelen kişi, gitmiş olana hiç, ama hiç benzemiyor.
Dr. Eben Alexander, 15 yıl boyunca Harvard’da beyin
cerrahı olarak görev yapmış, kendi ifadesiyle geleneksel bilimin çok hararetli
bir savunucusu ve beden ölümünden sonra hayat olduğu düşüncesine de şiddetle
karşı çıkan bir kişi imiş.
Ona göre, bilinci yaratan beyindir ve beyin görev
yapamaz hale gelirse bilincin sürmesi mümkün değildir. Bu, bir kurgu olan
bilimin, başından beri insanları gerçek sonsuz benliklerinden koparmak için
tasarlamış olduğu bir saçmalık. Kitaplarım çok kalın, konuşmalarım da çok uzun sürüyor, çünkü
bu manipülasyonun dokusunu açığa çıkarmak için kurulacak o kadar çok bağlantı var
ki...
Örneğin, önce insanları zihinsel ve duygusal olarak köleleştirmiş olan ‘büyük komplo’nun bilinmesi lazım. İnsanlar aldatılıyorlar ve cehaletleri yüzünden aslında kim olduklarını hatırlayamıyorlar. Komplonun da bütün amacı bu.
Örneğin, önce insanları zihinsel ve duygusal olarak köleleştirmiş olan ‘büyük komplo’nun bilinmesi lazım. İnsanlar aldatılıyorlar ve cehaletleri yüzünden aslında kim olduklarını hatırlayamıyorlar. Komplonun da bütün amacı bu.
Kendi gerçek ve sonsuz doğasının farkında olan insanlar
asla köle edilemezler, oysa kendisini sadece adı, işi, geçmişi, kültürü, ırkı
veya gelir düzeyi ile tanımlayan insanların köle edilmesi ise çok kolaydır...
İkinci grup, realiteyi, beş duyuya dayalı, ‘görünen
ışık’ denilen çok küçük bir frekans menzilinden deşifre ederken, sonsuz
farkındalığına açılmış olanların çok daha gelişmiş vizyonları ve dünyanın
yalan, aldatma ve sahte algılamalarını çok daha derinliğine görebilen
önsezileri olur.
Farkındalığın en baskılanmış hali, akademisyenlerin ve
geleneksel ‘bilim’ adamlarının benimsemiş oldukları normlardır. Eğitim sistemine girdikleri andan itibaren
ellerine bir ‘realite şarkı notası’ verilir, üniversite sürüp, bilim veya tıpta
akademisyenliğe geçerken de, vida gittikçe sıkılır da sıkılır.
"Öğrenmeme müdahale eden tek şey eğitimim... "Albert Einstein
Kişiler şarkının notasını sürdürürlerse, iyi işler,
ünvanlar ve prestij ile ödüllendirilirler ve gerçek olan- olmayan, mümkün olan-
olmayan, akıllıca- çılgınca herşeyin ‘ses’i olurlar. Söyledikleri şeyler için kanıta-dayanağa gerek
yoktur, çünkü kesin olan tek şey vardır, o da sistemin pek iyi bildiği, pek sevip hep uyguladığı; ‘hiçbirşeyin
sorgulanmaması’ gerekliliğidir.
Bu da insan nüfusuna,
“akademisyen/doktor/bilimadamı herşeyi en iyi bilir” şeklinde yayılır.
Onlar neye inandıklarını söylemektedirler, ama o da aynen sistemin istediğidir.
Zaten akademisyen/doktor/bilimadamları, endoktrine edilmiş olan normların dışına çıktıkları
takdirde işlerini, ünvanlarını, prestijlerini ve sistemin sağladığı yüklü gelirlerini kaybedeceklerini çok iyi bilirler.
Eben Alexander işin yüksek gelir kısmı ile motive
olanlardan değilmiş, ama ona da gençliğinden itibaren şiirin, ‘bilim hep en
iyisini bilir’ mısrası ezberletilmiş. Gerçekten
üzgünüm, ama bu pek doğru değil... Geleneksel bilimin tamamı bir insan olsaydı,
bence ancak köyün aptalı olabilirdi.
Bu tam, sistemin programlayıp da satmaya çalıştığı bir
‘realite ve hayatın doğası propogandası’. Birisi çıkıp da bu normlara kafa
tutacak olursa veya ölüme yakın deneyim yaşamışsa veya ‘gerçek’i bilirse,
derhal deli, sahtekar, şarlatan veya yalancı olarak damgalanır.
Ama ne pahasına olursa olsun onların normlarını
savunursanız, kocaman eviniz ve bütçeleriniz hep finanse edilir.
"Sezgi
aklı kutsal bir armağan, mantık aklı ise onun hizmetkarıdır. Öyle bir
toplum yarattık ki, armağan unutuluyor ve hizmetkar onurlandırılıyor."
Albert Einstein
Dr. Eben Alexander, ‘Cennetin Kanıtı’ adlı kitabında,
ölüme yakın deneyimler yaşamış olan hastalarının, diğer realitelerdeki
deneyimlerini önceleri nasıl görmezden gelmiş olduğunu şöyle anlatıyor:
“Bence hepsi sadece birer rüyaydı. Bu insanların sık sık anlattıkları öbür
dünya deneyimleri nasıl oluyordu? Bildiğimi iddia etmiyordum, ama bildiğim
birşey varsa o da hepsi beyine dayalı birşeydi. Zaten bütün bilinç beyine
dayalıdır. Beyniniz çalışmazsa bilinciniz de olmaz... Çünkü bilinci
yaratan ve üreten makina beyindir. Makina bozulursa bilinç durur. Beyin
işlemlerinin asıl mekaniği gizemli ve çok karmaşıktır, bütün mesele bu. Fişi
çekersiniz TV ölür. Ne kadar eğleniyor olursanız olun, gösteri biter...”
Gelgelelim Dr. Eben’in
beyni durduğu halde gösteri devam etmiş!
Benim uzun zamandır anlatmaya çalıştığım ve savunduğum
görüşüm ve iddiam şudur; beyin bir biyolojik bilgisayardır, ama bilinci yaratmaz
... Beynin rolü yaratmak değil, bilincin taşıdığı bilgiyi veya veriyi deşifre
etmektir. Bu yüzden beyin ne kadar çok bilinç işlemi yaparsa, farkındalık bir o
kadar artar ve deneyimlenmiş realite olarak dışavurur.
Beyinin en yaratıcı fonksiyonu, işlemlediği veriyi
veya bilgiyi deşifre etmeyi seçmektir.
Neyi seçip deşifre ederse kişinin deneyimlediği realite o olur.
Aslında global komplonun tamamı, beyni, son derece
kısıtlı bir realiteyi deşifre etmeye dayalıdır. Böylece insanların farkındalığı
sınırlanmaktadır. Kapalı zihinleri kitleler halinde kontrol altında tutmak
kolaydır, çünkü beyindeki bilginin çoğunu bloke edebilirler, ama gelişmiş
bilince açık zihinler ise tamamen
farklıdır.
Bu resim, sistemin empoze etmek için çok uğraştığı aklı
sembolize ediyor. Birinde bilinç; bir izleyici. Burada realiteye, algılamaya,
dolayısıyla da eylem ve davranışa, beynin yaptığı bilgisayar işlemi karar
veriyor. Bu tıpkı İnternet’e girdiğinizde,
nereye gideceğinize, klavyeyi kullanan sizin değil, bilgisayarın karar vermesine benziyor.
Bu, herşeyi bilen, hiç sorgulamayan ‘akademisyen,
doktor, bilimadamı aklı’dır, ama aslında sisteme aittir. O olmadan sistem var
olamaz. Bu, Einstein’ın ‘rasyonel
akıl/mantık’ dediği algılama halidir, ama aslında doğru olan kelime rasyonel
değil! Doğru kelime ‘irrasyonel/mantıksız, yani akıl dışı’ olmalı-burada mantık,
akla bahşedilmiş oluyor. Akıl, kendi bildiği uzlaşmaz sonuca ulaşmadan önce, elindeki
bütün bulguları değerlendirmeyi reddediyor.
Ama bu resim uyanmakta olan zihni sembolize ediyor.
Algılama imkanını; ‘Sonsuz İmkan’, ‘Sonsuz Olasılık’ veya ‘Mümkün Olan Herşey’e
genişletiyor ve ‘Sonsuz Realite’nin, sevgisi ve bilgisi yoluyla ‘Hep Bil’meye
taşıyor. Orada herşey birbirine bağlı, herşey ‘Tek’ ve hiçbir ayırım veya bölünme illüzyonu yok. Einstein
buna; ‘sezgisel akıl’ diyor. Bense ‘bilen’ akıl, ‘bilen’ zihin demeyi tercih
ediyorum, ama yine de farkındalık hali, akıl hali değil. Bu, akılın çok ötesindeki
bir ‘bilinç’...
İnsanların lisanında bu çeşit akıl; ‘başına buyruk’, ‘mistik’, düşünenden de öte,
‘bilen’veya ‘bilge’ olarak
değerlendiriliyor. Ne yazık ki bu tür insanlar, tarih boyunca hep
dışlanmış, alay edilmiş, lanetlenmiş, hapsedilmiş, hatta öldürülmüşler.
Kapalı zihin, açık zihinden korkar, çünkü anlayamadığı veya işlemleyemediği
herşeyden korkar. Gölgelerde saklananlar ; cahilleri, bilinçli olanlara karşı
manipüle ederler, çünkü bu ‘kabal’, uyanmakta olan insanların gizli
potansiyelinin sonuçlarının ne olacağını çok iyi bilir. İşte bu yüzden cehalet
her fırsatta bilinçli olanı bastırmak veya çökertmek için yollar ararlar.
Şimdiye
kadar hep böyle oldu- ama bu sefer değil. Oh, yoo, BU SEFER DEĞİL....
Eben Alexander’ın deneyimine geçmeden önce, yıllardır realite hakkında, kitaplarımda ve geçen yıl Wembley’deki
sunumumda anlattıklarımı özetlemekte yarar var.
*Herşey aynı ‘Sonsuz Farkındalık’, aynı ‘Sonsuz Bilinç okyanusu’ ve bütün
ayrılmalar, bölünmeler birer illüzyon. ‘Kişi’ dediğimiz ise, ‘Sonsuz
Farkındalık’ veya ‘Sonsuz Bilinç’ içersinde sadece geçici birer odaklanma, yani okyanustaki, birer damla.
*Bu bilinç okyanusu ‘Mümkün Olan Herşey’, yani heryerde ve hiçbiryerde
‘Sonsuz Olan’.
*’Sonsuz Olan’ın ana hali, sonsuz dinginlik ve huzur. Bazıları buna
‘hiçlik’ veya ‘boşluk’ diyorlar. Burada cevap da, bilen de, bilinen de, rüya
gören de, rüyanın kendisi de hepsi aynı...
*Hepimiz geçici odaklanmalarız. (Ben Charlie Jones, ben Mary Smith)
*Odaklanmamız seçimimize bağlı, seçtiğimiz büyüklükte de olabilir, sonsuzlukta
da. Kendimizi Charlie Jones veya Mary Smith olarak da, adı Charlie Jones veya Mary Smith olan geçici
bir deneyim yaşamakta olan Sonsuz Farkındalık/Sonsuz bilinç olarak da algılayabiliriz.
*Beden bilgisayarı biyolojik bir bilgisayar sistemi. Bu sistem dikkati, geleneksel bilimde
‘görülebilen ışık’ şeklinde ifade edilen çok küçük bir frekans menziline odaklıyor.
Bu menzil o kadar küçük ki, ‘Sonsuz Var Oluş’a oranla körlük gibi birşey.
*DNA çok daha engin bir realite ile etkileşim içersinde olan bilgi veya ‘veri
alıcı- vericisi’dir.( Ben buna ‘kozmik internet’ diyorum.) Ve DNA’nın ayarlı olduğu frekans dalgası da,
‘bilinç’li zihin olarak deşifre olup, deneyimlenmekte olan realiteye hükmeder.
*’Zaman’ ve ‘uzay/yer’, bizim realitemiz olarak deşifre olmuş olan
illüzyonlardır. O minik frekans menzilinin ötedesinde zaman/uzay/yer yoktur.
*Dünyanın, bundan çok daha farklı, çok daha az yoğunlukta enerjisi olan,
titreşen, canlı renkleri, beklentisiz-şartsız- koşulsuz sevgisi ve sınırsızlığı
ile ancak rüya diyebileceğimiz başka frekans seviyeleri de vardır.
* Wembley’deki sunumumda ‘archon’lar
veya ‘cinler’ diye bahsettiğim güçler, (‘Reptilians’a bkn.) dünyanın realite
seviyesini gaspedip, şimdiki haline saptırarak sahte bir alt realite
yaratmışlar. Aslında bu, birşeyin çok
kötü bir kopyasını yapmak gibi birşey. Bu gaspetme; ‘deneyimlenmekte olan realite’ olarak deşifre
etmemiz için bize yoğun bir şekilde empoze ediliyor.
*Yani deneyimlemekte olduğumuz gaspedilmiş bir realite var ve bu da
insanların ‘cehennem’ dedikleri enerji kaynağından yansıtılıyor. Yani şimdi bizim
bu realitemiz, ‘cehennem’in holografik
bir projeksiyonu. Kısaca biz cehenneme gitmiyoruz, zaten cehennemdeyiz!
Cehenneme hoşgeldiniz, Nüfus: 666
Agnostikler, yani ‘bilinirci’ler, mistik veya şaman
kişiler olup, hep baskılanmış, hatta zamanında en büyük güç olan Roma
kilisesinin emirleriyle katledilmişler. Onlar, Mısır’daki Büyük İskender Kütüphanesinde
bulunan yarım milyon yazılı parşömenden esinlenmiş kişiler. Vatikan’ın
arşivlerinde olduğu kesin olan bu belgeler, ya yok edilmiş ya da kilise
tarafından çalınmış.
Agnostikler, 1244’te Güney Fransa’daki Montsegur kuşatmasındandan sonra
kitleler halinde katledilmiş olan Katar’larmış. Anlaşılan Agnostikler, Roma
kilisesinin varlığını tehdit eden birşeyi, yani benim burada anlatmakta ve
Wembley sunumumda bahsetmiş olduğum bilgileri biliyorlarmış.
1945’te, Mısır’da Nag Hammadi’de yaşayan bir köylü tarafından, çok sayıda
agnostik metin keşfedilmiş. Bunlar deri ile bağlanıp kapalı bir kaba saklanmış. Tarih M.S. 350-400 yıllarından kalma gibi görünüyor, ama orijinal metinlerin M.S.100’e dayandığı düşünülüyor.
agnostik metin keşfedilmiş. Bunlar deri ile bağlanıp kapalı bir kaba saklanmış. Tarih M.S. 350-400 yıllarından kalma gibi görünüyor, ama orijinal metinlerin M.S.100’e dayandığı düşünülüyor.
Bu, İskenderiye’deki Büyük Kütüphaninin yangınından
önceymiş, ama o zaman bile metinlerin temsil ettiği bilgiler milattan çok
öncelere, hatta bizim zamanı algılayışımıza göre, tarih öncesine dayanıyormuş. Metinler, Pagan agnostiklerin
çalışmalarıymış, sonradan ortaya çıkan Hristiyan agnostiklerin değil. Agnostiklerin
bildiği ve inandığı bilgiler, 13 el yazması kitap ile 50 adet metin olarak derlenmiş.
1945’te Mısır’da bulunmuş olan bu metinlerin
tercümelerini okuduğum zaman, büyük çapta, benim araştırarak edinmiş olduğum bilgilerde
olduğu gibi, insanları yöneten ve manipüle eden gizli gücün varlığından söz
etmekte olduklarını gördüm.
Nag Hammadi’de bulunmuş olan metinlerin beşte birinde,
‘archon’ denilen insan olmayan
manipülatörlerden söz ediliyor. Bunlar insan zihnine nüfuz edip,
insanların ‘gerçek’i algılamalarını
yönetiyorlar. Bu metinlerde sürüngen varlıklar var, bunlara bugün ‘Archon’ları
temsilen ‘Greys’(Gri’ler) deniliyor. ‘Gri’ler, henüz oluşmamış bir bebek veya
fetusunki gibi grimsi derisi ve sabit siyah gözleri olan varlıklar şeklinde
tarif ediliyorlar. Bu arada bu bilgilerin, 2000 yıl önce yazılmış olduğunu da hatırlatalım.
“Nag Hammadi
metinlerinde John II. ‘archon’lar hakkında şöyle diyor: İnsan düşüncesinin,
kendilerininkinden daha üstün olduğunu gördükleri için insanların psikolojik ve
algılayış fonksiyonlarına egemen olma yolları aradılar. Onların memnuniyeti
acımsı, güzellikten yoksun, zaferleri ise kötü yola götüren aldatmaya dayalı,
çünkü kendi yapılarında hiçbir ilahi yön yok.”
Archon’lar/Sürüngenler/Gri’ler; benim ‘yaratıcılık’
diye adlandıracağım özellikten yoksunlar. Doğrudan hiçbirşey yaratamıyor, ama
yaratılmış olanı evirip çevirip bozuyorlar. Agnostikler onları, ‘görünürdeki
gerçek’lik duygusu yaratıp insanları manipüle ederek aldatma konusunda çok
‘usta’olarak tanımlıyorlar. Dünyayı ‘hack’leyerek, gaspederek, gerçek dünyanın
defolu bir holografik kopyasını yapmışlar. Onların dünyası, ‘cehennem’ tanımına
tam uyuyor, oradan yansıttıkları da çoğu kişi için dünyanın cehennemsi şimdiki
hali...
Wembley’deki sunumumda, robota benzeyen ‘archon’ların,
insan toplumuna dönüştürülmüş olan karanlık, iç karartıcı, makinaya benzer
dünyalarını sembolize etmek için bu iki resmi kullandım.
Karanlık, kasvetli, mekanik olduğu gibi, hiçbir ilham
veya yaratıcılık duygusu taşımıyor ve büyük çapta ölüm ve çürümüşlük kokuyor.
Dr.Eban Alexander’ın 2008’de yaşamış olduğu deneyime
gelince. Birgün bu doktor, birdenbire e-koli menenjite yakalanıyor ve beyni
tahrip oluyor. Derhal acile alınıyor, ama beyninin ve omurilik sıvısının
tamamen iltihaplanmış olduğu görülüyor. Yaşama şansı ise neredeyse hiç yok.
Mucizevi bir şekilde yaşasa bile hayatının sonuna kadar bitkisel hayatta
kalacak. Sonuç olarak onun için herşey bitmiş görünüyor.
Ailesi, yedi gün boyunca, hiçbir hayat veya bilinç
belirtisi göstermeyen Dr.Eben’in başında beklerken o, bir zamanlar hiç dikkate
almamış olduğu ‘realite’nin alemlerine inanılmaz bir yolculuk yapıyor.
O ve birçok
başka akademisyen, doktor veya bilimadamı, buna benzer milyonlarca ölüme yakın
deneyim hakkında, ‘beyinin nörolojik koşullara bir tepkisi’ şeklinde baştan
savma açıklamalar yapmışlar. Ama bu açıklamalar, Eben Alexander’ın deneyimine
hiç uymamış! Çünkü, bu tür fantazilerin kaynaklandığı söylenen beyinin o bölümü,
yedi gün boyunca tamamen kapalıymış, yani şalter inmiş, hiç çalışmıyor,
dolayısıyla da hiçbir rüya/fantazi üretmiyormuş. Doktor Eben’in beyninin sadece
en ilkel kısmı çalışır durumda olup, onun tamamen ölmesi için gereken çizgiyi
geçmesine sadece bu engel oluyormuş.
Eben’in bilinci, artık çalışmayan beyinden kopup,
perilere, meleklere karışmış. Bedenin dışındayken ilk deneyimlediği realite pek de iç açıcı
değilmiş. ‘Cennetin Kanıtı’ adlı kitabının bu bölümünde şöyle anlatıyor:
“Burası sanki ‘görünür bir karanlık’ gibiydi. Sanki çamurun içine batmış gibiydim, ama sanki camın içinden bakıyormuş gibi görebiliyordum.”
“Burası sanki ‘görünür bir karanlık’ gibiydi. Sanki çamurun içine batmış gibiydim, ama sanki camın içinden bakıyormuş gibi görebiliyordum.”
Dr. Eben’in burada bir farkındalığı var, ama kendini
tanımlama bilinci yok. Buna ‘Solucan
gözüyle görünen alem’ demiş. Sonra uzaktan, ama güçlü bir şekilde ritmik
bir tıkırtı, biraz kalp çarpmasına benzeyen, ama daha karanlık ve mekanik-sanki
bir metali başka bir metale vurma sesi veya dev bir örse vuruluyormuş gibi
sesler duymuş...O kadar güçlü vuruşlar ki, dünyayı veya çamuru veya nerede ise
orayı titretiyor gibi...
Bence burada Dr.Eben, ‘archon’ların alemine girmiş.
Yani gaspedilmiş olan dünyanın kötü kopyası bize işte buradan
yansıtılıyor. Eğer insanlar, çok düşük
enerji seviyesi ile ölmüşlerse buradan kurtulamıyorlar. Sonra da, ya orada kalıyor, ya da şimdi bizim
deneyimlemekte olduğumuz dünyanın bu kötü kopyasına yeniden enkarne oluyorlar. Sözünü
ettiğim bu yolculuğu, yaşadığımız bu dünyada,
‘ruhunu şeytana satmış’ diye ifade ettiğimiz, yani insanlığı manipüle
eden archon-sürüngen soy ve onlarla bağlıntılı kukla kişiler yapıyorlar...
Ölüme
yakın deneyim yaşamış olan kişilerin ortak teması, ucunda bir ışık olan bir
tünelden geçip çok önceden ölmüş olan yakınları veya başka varlıklarla
karşılaşmaları, sonra da sonsuz bir sevgi, huzur, sevinç ve neşe realitesi
deneyimlemeleri. Bence bu tünel bilincin, ‘archon’ların düşük frekans
menzilinden korunarak çıkışını sağlayan,
yani kurtuluşa iten veya çeken bir çeşit girdap noktası.
Dr.Eben ise bu tünel deneyimini yaşamamış. Bunun
yerine, kendisini bilinçten kopuk ‘yaşayan bir ölü’ olarak tarif etmiş. İlk
bulunduğu yerde iyi olduğunu sanmış, az önce terketmiş olduğu dünya da dahil, hiçbirşeyi
hatırlamadığını da sadece çok kısıtlı bir farkındalık içersindeyken algılamış.
“Buradayken bir
insan değildim. Hayvan da değildim. Sanki önceden vardım ve aşağıda birşeydim,
o kadar. Sadece kızıl kahverengi ebedi
bir denizdeki yalnız bir farkındalık noktasıydım...” diye anlatıyor.
Kopukluk azalmaya başlayınca, farkındalığa doğru bir dönüş
oluşmuş. Derken ortam bu sefer biraz ürkütücü olmaya başlamış. Doktor Eben,
burada yanından geçen, kendisine kaygan ve dikenli derileri ile sürtünen
sürüngen veya solucan gibi yaratıkları tarif ediyor.
Karanlığın içinden çirkin ve ürkütücü suratlar
çıkıyormuş. Sanki yeraltında çalışan bir cüce ordusunun demirle örse vurması
gibi sesler halindeki ritim gittikçe artıyormuş. Sonra bir koku almış, biraz
dışkı-biraz kan-biraz kusmuk gibi. Dr.Eben kitabında bunu, “Biyolojik bir koku, başka bir deyişle
biyolojik ölüm kokusu, biyolojik yaşam kokusu değil...”diye anlatıyor.
Bu, archon-sürüngenlerin, bizim dünyamızda da, elit
soyun ajanlarının alemi. Ölüm, kan dökme, çürüme ve acı verme obsesyonu
içersindeler. Bunların hepsi, bu archon-sürüngenlerin beslendiği düşük
frekanslı enerji ile ürüyor. Dr.Eben’in tarif ettiği alem bu.
Bu varlıklar, mezarlıklara ve ölülerin bulunduğu
yerlere dadanıyorlar. Frekans açısından bizim realitemize yakınlar ve bazen
etkileşim olabiliyor, bu yüzden bazı insanlar ‘hayalet gördüm!’ veya ‘gölge
gibi birşey gördüm!’diyorlar. Hayaletlerle ilgili temaların tek açıklaması bu
değil kuşkusuz, ama onlardan birisi.
Satanik ritüellerde bu alemdeki varlıklarla bağlantı
kuruluyor. Çok güçlü ritüeller bu varlıkları, özel enerji alanlarının
kullanılması yoluyla bizim realitemize getirebiliyor. Tanrılara insan kurban
etme ayinleri, Dr.Eben’in ‘Solucan gözüyle görünen alem’ olarak tanımladığı
alemi, ölüm ve terör enejisi ile besliyor.
İnsanlar korku, terör ve ölüm enerjisi üretmek için ne
kadar çok manipüle edilirlerse, bu alem daha iyi besleniyor ve insanlara bir o kadar daha düşük frekanslı
enerjiler ürettiriyor.
Dr.Eben kitabında, ritmik bir şekilde tekrarlanan
donuk, iç karartıcı, kükrer gibi ürkütücü, ama aşina gelen sesler duyduğunu
anlatıyor. Tıpkı insan satanistlerin,
‘archon’ realitesinden yansıyan ritüelleri gibi.
Önemli bir nokta daha var; kendilerine ‘medyum’ diyen bazı
kişiler, bu ‘archon’alemine geçip, manipülatif ve doğru olmayan zırvalara kanal
oluyorlar. Gerçek medyum veya kanal kişiler ise farkındalıklarını iyice
geliştirmiş olup, bu ‘archon’ tipi tımarhanenin çok ötesindeki, çok daha yüksek frekanslara
bağlanabiliyorlar.
Kimse korkusuna yenik düşmesin, bu ‘cehennem’,
‘Sonsuz’ olanın geriye kalan kısmında, ancak filin üzerindeki bir sinek gibi kalır. Bütün
güçlerin en güçlüsü; nefret değil, acı
çekmek değil, ‘cehennem’ bile değil, ama ‘Sonsuz Sevgi’nin gücü... Tek Gerçek
‘Sonsuz Sevgi’, gerisi hep illüzyon. Evet, buna özellikle ‘karanlık
taraf’olarak algıladığımız kavram da dahil.
Onların gücü mü? Şaka mı ediyorsunuz? Onların gücü,
sadece bizim onların gücü olarak algıladığımız kadar var. Eğer onları bizde olmayan güce sahip olarak algılarsak,
çok güçlü olurlar. Oysa insanoğlu olağanüstü bir güce sahip...
Şimdi ayrıntılara girerek Dr.Eben Alexander’ın
kitabını okuyacak olanların zevkini kaçırmayalım, ama özet olarak şunu
diyebiliriz ki; girmiş olduğu cehenneme benzeyen alemden, güzel bir kız
formundaki ışık ve sonsuz sevgi tarafından kurtarılıyor ve kız onu, sonsuz sevgi, huzur, mutluluk ve ‘Tek’ olunan
sonsuzluğa geçiriyor. “Gördüğüm en güzel dünyaydı” diye yazmış kitabında.
“Kendimi doğuyor gibi hissediyordum, ama bu, yeniden doğmak gibi değildi,
sadece doğuyordum.”
Dr.Eben realitesine hakim olma gücünü hatırlayınca,
‘archon’ alemine yeniden girip, isteyerek çıkmış ve artık orada görmüş ve
deneyimlemiş olduklarından korkmuyor. Gerçek, yüksek benliğinin gücüne
kavuşmuş.
‘Fizik’biliminin saçmalık olduğunu farketmiş. Bedenini
terkettikten sonra zamanın olmadığını, bilincinden sorduğu soruya derhal bir
cevap geldiğini görmüş. Onun ne demek istediğini çok iyi anlıyorum- ben de buna
benzer bir deneyim yaşadım. ‘Zaman’ diye birşey yoktu. Ne zamandır söylüyorum,
zaman, manipüle edilen kötü kopya bir realitede deşifre edilen bir kurgu...
Bu da başka bir ölüme yakın deneyim geçirmiş bir kişinin anlattıkları:
..en başından
beri herşey, doğumum, atalarım, çocuklarım, karım, herşey aynı anda bir araya
gelmişti. Kendim ve yakınlarım hakkındaki herşey çevremdeydi. Şimdi
düşündüklerini de, önceden düşündüklerini de, şu anda olanları da hepsini
görüyordum. Zaman yok, olaylar zinciri yok, sınırlama, mesafe, süre, yer yok.
Aynı anda istediğim yerde olabiliyordum.
Sanıyorum, aşağıdaki şu resim, Dr.Eben Alexander’ın
deneyimini yansıtabilir.
Wembley’deki sunumumda, yıllardır yazdığım
kitaplarımın konusunu sembolize etmek için bu resmi kullandım.
Realitelerin en gerçeği; durgun, dingin ve sessiz, ‘Var
Olan Herşey’. Eben Alexander, ‘Öz’ veya ‘büyüleyici bir karanlık’ dediği deneyimi şöyle tanımlıyor: “En saf sevginin
doğduğu, herşeyin ‘bil’indiği alem”.
Onun ne demek istediğini çok iyi anlıyorum, ben de
orada bulundum...
Ona rehberlik
ederek ‘archon’ aleminden çıkaran kız bir ‘ışık’ şeklinde görünmüş ve ‘şartsız-
koşulsuz sevgi’ olan gerçek realite hakkındaki iletişim sözlerle değil, düşünce
yoluyla olmuş. Eben Alexander’a şunlar söylenmiş:
-Seviliyorsun,
değer veriliyorsun, ‘bağır’a
basılıyorsun.
-Korkacağın
hiçbirşey yok.
-Yanlış
yapacağın hiçbirşey yok.
“Kuşkusuz, ‘Sevgi’ herşeyin temeli.” diye
yazmış Dr.Eben. “Dünyada bile, kötülükten daha çok sevgi var, ama dünyada, varoluşun
yüksek seviyelerinde asla mümkün olmayacak bir şey olan, kötülüğün güç
kazanmasına izin veriliyor, göz yumuluyor. Yaratıcının, kötülüğün bazen üstün gelmesine
izin vermesi, bizler gibi varlıklara tanınan özgür irade lütfunun gerekli bir
sonucu oluyor. Evrenin her tarafına küçük çaplı kötülükler saçılmış, ama bu; iyilik,
bereket, umut ve koşulsuz sevgi ile dolu olan evrenin tamamı ile
kıyaslandığında, tıpkı alabildiğine
uzanan bir kumsaldaki bir kum taneciğine benzer.”
Diğer
boyutun ana dokusu sevgi ve teslimiyettir. Bu niteliklere sahip olmayan, hiçbir
şekilde orada olamaz.
"Sevgi ve bir evrenin doğuşu."
Ben de dahil olmak üzere birçok kişi, sürekli olarak
acı ve üzüntü veren manipüle edilmiş realitede yaşıyoruz. Çoğunlukla algılamasak
da ‘O’ hep orada. Sessizlikte derinlemesine düşündüğümüz zaman bunu somut bir şekilde hissedilebiliriz.
Bazen bağrından geldiğimiz, hep sevgi, huzur ve mutluluğun olduğu ‘Sonsuz’luğa
olan özlemimizle yüreğimizde bir sızı olur.
Haberin en güzeli ise döneceğimiz yerin orası oluşu.
Ancak şimdi işimiz şu; kollektif olarak kalbimizi
ve zihnimizi açıp içimizi, bizi de, ‘archon’ları da özgür kılacak olan sevgi ve
farkındalıkla doldurmamız lazım.
Dr.Eben Alexander, beyni durduktan yedi gün sonra,
doktorların şaşkın bakışları arasında gözlerini açtı. Oysa o durumda ölmesi
gerekiyordu, belki de en iyi ihtimalle bitkisel hayat yaşardı. Ama öyle olmadı.
Beyni yeniden yüklenip geçiş süresi tamamlandığı zaman, fiziksel beyni ve bedeni gitmeden önceki ile aynı
kaldı, ama o artık aynı kişi değildi.
Böyle bir mucize nasıl mı oldu?
‘Tek Gerçek Sonsuz Sevgi- gerisi hep illüzyon’...
Yazar, 'Proof of Heaven: A Neurosurgeon’s Journey into
the Afterlife' (Cennetin Kanıtı: Bir Beyin Cerrahının Öte Alem Yolculuğu)
03/29/2013 12:42’de blogunda çıkan yazıdan...
Yaşadığımız evrende herşey
birbiriyle bağlantılı. Bedeninizdeki her bir atom ve o atomları oluşturan her
bir atomaltı parçacık, evrendeki bütün diğer atomlarla ve bütün parçacıklarla alabildiğine
ve doğrudan bir ilişki içersinde. Bu evren katı, sübtil maddeden değil,
enerjiden, enerji de ‘bilinç’ denilen birşeyden oluşmuş. Bilinç hiçbirşeyden oluşmuyor, çünkü bütün
maddeselliği aşıyor. Yine de ‘bilinç’in birşeyden oluşmuş olduğunu tasavvur
etmekte ısrar edersek, o madde ‘Yaratıcı’nın kendisi olur.
Kesinlikle ve gerçekten hepimiz Yaratıcı’nın
yansımalarıyız. Ancak ne yazık ki çoğunlukla bu gerçekten habersiziz. ‘O’nunla olan yakınlığımızın,
‘O’nun sürekli bizimle olduğunun bilincinde değiliz. Günlük bilincimizin
seviyesindeki,insanların ve cisimlerin dolanıp durduğu bu bölünme dünyasında,
sürekli olarak birbirimizle etkileşim içersindeyiz, ama aslında hep yalnızız.
Ama ayrı cisimlerin bu soğuk ve ölü
dünyası bir illüzyon. Bu aslında bizim yaşadığımız dünya değil. Bizim
yaşadığımız dünyanın, bizim algılayamayacağımız kadar çok boyutları var.
Bilincin, ruh ve ‘öz’ün sadece gerçek değil, fiziksel olandan da gerçek olduğu
bir dünya var ve fiziksel bedenlerimizi terkettiğimiz zaman dünyadaki ‘zaman’la
bizi bağlayan bütün sınırlamalar ortadan kalkacak.
0 comments:
Yorum Gönder