28 Nisan 2013 Pazar

Gerçek’in Titreşimleri - XVII


Bir ninnide yukarıda yükseklerde, gökkuşağının bir yerlerinde bir ülke bulunduğunu ,
Gökkuşağının bir yerlerinde, görmeye cesaret edebildiğin rüyaların da gerçek olduğunu duydum...                  

Somewhere over the rainbow” adlı şarkıdan...
 En azından bazı insanların, artık bu deli saçması titreşimsel tımarhane hücresinin illüzyonları ve kandırmacasının ötesinde yatmakta olan asıl realiteyi görebiliyor olmaları çok iyi. Bu dünya holografik bir illüzyon, ama ‘sonsuz realite’  bambaşka birşey. Yıllardan beri söylediğim ve yazdığım gibi hayatı, varoluşu ve varlığı kapsayan tek cümle şu:

Tek Gerçek Sonsuz Sevgi- Gerisi Hep İllüzyon...
Bundan on yıl kadar önce basılmış olan kitabımın adı buydu. Ve ne kadar güzel ki, şimdi de, benden başka birisi daha ‘sonsuz realite’nin, ‘Sonsuz Sevgi’ olduğunu teyit eden bir deneyim yaşamış, hem de bunu hatırlıyor ! Şimdiki realitemiz o ‘norm’un saptırılmış bir hali. 
Hep kitaplarımda ve Wembley’deki sunumumda, bu saptırmanın nereden çıktığını,  realitemizin neden bu kadar dengesiz ve delice olduğunu, bu frekans menzilinin ötesindeki, ‘gökkuşağının ötesindeki cennet’ olarak ifade edilen alemi  anlattım. 
Bu son örneğin, anlatmaya ve okunmaya değer oluşunun nedeni şu; bunu teyit eden kişinin, bütün hayatı boyunca  ‘hepsi bu dünyada, başkası yok’ inancında olup, sonsuz bilinç’ten kuşkulu, iyice betonlaşmış dogmatik bir zihine sahip Amerikalı bir beyin cerrahı oluşudur.  Birgün bu cerrahın beyni, yedi gün süreyle duruyor ve sonra geri geliyor. Ancak, geri gelen kişi, gitmiş olana hiç, ama hiç benzemiyor.






Dr. Eben Alexander, 15 yıl boyunca Harvard’da beyin cerrahı olarak görev yapmış, kendi ifadesiyle geleneksel bilimin çok hararetli bir savunucusu ve beden ölümünden sonra hayat olduğu düşüncesine de şiddetle karşı çıkan bir kişi imiş.
Ona göre, bilinci yaratan beyindir ve beyin görev yapamaz hale gelirse bilincin sürmesi mümkün değildir. Bu, bir kurgu olan bilimin, başından beri insanları gerçek sonsuz benliklerinden koparmak için tasarlamış olduğu bir saçmalık. Kitaplarım çok  kalın, konuşmalarım da çok uzun sürüyor, çünkü bu manipülasyonun dokusunu açığa çıkarmak için kurulacak o kadar çok bağlantı var ki...

Örneğin, önce insanları zihinsel ve duygusal olarak köleleştirmiş olan ‘büyük  komplo’nun bilinmesi lazım. İnsanlar aldatılıyorlar ve cehaletleri yüzünden aslında kim olduklarını hatırlayamıyorlar. Komplonun da bütün amacı bu. 
Kendi gerçek ve sonsuz doğasının farkında olan insanlar asla köle edilemezler, oysa kendisini sadece adı, işi, geçmişi, kültürü, ırkı veya gelir düzeyi ile tanımlayan insanların köle edilmesi ise çok kolaydır...
İkinci grup, realiteyi, beş duyuya dayalı, ‘görünen ışık’ denilen çok küçük bir frekans menzilinden deşifre ederken, sonsuz farkındalığına açılmış olanların çok daha gelişmiş vizyonları ve dünyanın yalan, aldatma ve sahte algılamalarını çok daha derinliğine görebilen önsezileri olur.    
Farkındalığın en baskılanmış hali, akademisyenlerin ve geleneksel ‘bilim’ adamlarının benimsemiş oldukları normlardır.  Eğitim sistemine girdikleri andan itibaren ellerine bir ‘realite şarkı notası’ verilir, üniversite sürüp, bilim veya tıpta akademisyenliğe geçerken de, vida gittikçe sıkılır da sıkılır.




"Öğrenmeme müdahale eden tek şey eğitimim... "Albert Einstein

Kişiler şarkının notasını sürdürürlerse, iyi işler, ünvanlar ve prestij ile ödüllendirilirler ve gerçek olan- olmayan, mümkün olan- olmayan, akıllıca- çılgınca herşeyin ‘ses’i olurlar.  Söyledikleri şeyler için kanıta-dayanağa gerek yoktur, çünkü kesin olan tek şey vardır, o da sistemin pek iyi bildiği,  pek sevip hep uyguladığı; ‘hiçbirşeyin sorgulanmaması’ gerekliliğidir.
Bu da insan nüfusuna,  “akademisyen/doktor/bilimadamı herşeyi en iyi bilir” şeklinde yayılır. Onlar neye inandıklarını söylemektedirler, ama o da aynen sistemin istediğidir. Zaten akademisyen/doktor/bilimadamları,  endoktrine edilmiş olan normların dışına çıktıkları takdirde işlerini, ünvanlarını, prestijlerini ve sistemin sağladığı yüklü gelirlerini kaybedeceklerini çok iyi bilirler.
Eben Alexander işin yüksek gelir kısmı ile motive olanlardan değilmiş, ama ona da gençliğinden itibaren şiirin, ‘bilim hep en iyisini bilir’ mısrası ezberletilmiş.  Gerçekten üzgünüm, ama bu pek doğru değil... Geleneksel bilimin tamamı bir insan olsaydı, bence ancak köyün aptalı olabilirdi.    
Bu tam, sistemin programlayıp da satmaya çalıştığı bir ‘realite ve hayatın doğası propogandası’. Birisi çıkıp da bu normlara kafa tutacak olursa veya ölüme yakın deneyim yaşamışsa veya ‘gerçek’i bilirse, derhal deli, sahtekar, şarlatan veya yalancı olarak damgalanır.   
Ama ne pahasına olursa olsun onların normlarını savunursanız,  kocaman eviniz ve  bütçeleriniz hep finanse edilir. 
         

"Sezgi aklı kutsal bir armağan, mantık aklı ise onun hizmetkarıdır. Öyle bir toplum yarattık ki, armağan unutuluyor ve hizmetkar onurlandırılıyor." Albert Einstein

Dr. Eben Alexander, ‘Cennetin Kanıtı’ adlı kitabında, ölüme yakın deneyimler yaşamış olan hastalarının, diğer realitelerdeki deneyimlerini önceleri nasıl görmezden gelmiş olduğunu şöyle anlatıyor: 

“Bence hepsi sadece birer rüyaydı. Bu insanların sık sık anlattıkları öbür dünya deneyimleri nasıl oluyordu? Bildiğimi iddia etmiyordum, ama bildiğim birşey varsa o da hepsi beyine dayalı birşeydi. Zaten bütün bilinç beyine dayalıdır. Beyniniz çalışmazsa bilinciniz de olmaz...  Çünkü bilinci  yaratan ve üreten makina beyindir. Makina bozulursa bilinç durur. Beyin işlemlerinin asıl mekaniği gizemli ve çok karmaşıktır, bütün mesele bu. Fişi çekersiniz TV ölür. Ne kadar eğleniyor olursanız olun, gösteri biter...”
            Gelgelelim Dr. Eben’in beyni durduğu halde gösteri devam etmiş! 
Benim uzun zamandır anlatmaya çalıştığım ve savunduğum görüşüm ve iddiam şudur; beyin bir biyolojik bilgisayardır, ama bilinci yaratmaz ... Beynin rolü yaratmak değil, bilincin taşıdığı bilgiyi veya veriyi deşifre etmektir. Bu yüzden beyin ne kadar çok bilinç işlemi yaparsa, farkındalık bir o kadar artar ve deneyimlenmiş realite olarak dışavurur. 
Beyinin en yaratıcı fonksiyonu, işlemlediği veriyi veya bilgiyi deşifre etmeyi  seçmektir. Neyi seçip deşifre ederse kişinin deneyimlediği realite o olur. 
Aslında global komplonun tamamı, beyni, son derece kısıtlı bir realiteyi deşifre etmeye dayalıdır. Böylece insanların farkındalığı sınırlanmaktadır. Kapalı zihinleri kitleler halinde kontrol altında tutmak kolaydır, çünkü beyindeki bilginin çoğunu bloke edebilirler, ama gelişmiş bilince açık zihinler ise  tamamen farklıdır. 




Bu resim, sistemin empoze etmek için çok uğraştığı aklı sembolize ediyor. Birinde bilinç; bir izleyici. Burada realiteye, algılamaya, dolayısıyla da eylem ve davranışa, beynin yaptığı bilgisayar işlemi karar veriyor.  Bu tıpkı İnternet’e girdiğinizde, nereye gideceğinize, klavyeyi kullanan sizin değil,  bilgisayarın karar vermesine benziyor.
Bu, herşeyi bilen, hiç sorgulamayan ‘akademisyen, doktor, bilimadamı aklı’dır, ama aslında sisteme aittir. O olmadan sistem var olamaz.  Bu, Einstein’ın ‘rasyonel akıl/mantık’ dediği algılama halidir, ama aslında doğru olan kelime rasyonel değil! Doğru kelime ‘irrasyonel/mantıksız, yani akıl dışı’ olmalı-burada mantık, akla bahşedilmiş oluyor. Akıl, kendi bildiği uzlaşmaz sonuca ulaşmadan önce, elindeki bütün bulguları değerlendirmeyi  reddediyor. 

Ama bu resim uyanmakta olan zihni sembolize ediyor. Algılama imkanını; ‘Sonsuz İmkan’, ‘Sonsuz Olasılık’ veya ‘Mümkün Olan Herşey’e genişletiyor ve ‘Sonsuz Realite’nin, sevgisi ve bilgisi yoluyla ‘Hep Bil’meye taşıyor. Orada herşey birbirine bağlı, herşey ‘Tek’ ve hiçbir  ayırım veya bölünme illüzyonu yok. Einstein buna; ‘sezgisel akıl’ diyor. Bense ‘bilen’ akıl, ‘bilen’ zihin demeyi tercih ediyorum, ama yine de farkındalık hali, akıl hali değil. Bu, akılın çok ötesindeki bir ‘bilinç’...
İnsanların lisanında bu çeşit akıl;  ‘başına buyruk’, ‘mistik’, düşünenden de öte, ‘bilen’veya ‘bilge’ olarak  değerlendiriliyor. Ne yazık ki bu tür insanlar, tarih boyunca hep dışlanmış, alay edilmiş, lanetlenmiş, hapsedilmiş, hatta öldürülmüşler.
Kapalı zihin, açık zihinden korkar, çünkü anlayamadığı veya işlemleyemediği herşeyden korkar. Gölgelerde saklananlar ; cahilleri, bilinçli olanlara karşı manipüle ederler, çünkü bu ‘kabal’, uyanmakta olan insanların gizli potansiyelinin sonuçlarının ne olacağını çok iyi bilir. İşte bu yüzden cehalet her fırsatta bilinçli olanı bastırmak veya çökertmek için yollar ararlar. 


               Şimdiye  kadar hep böyle oldu- ama bu sefer değil. Oh, yoo, BU SEFER DEĞİL....

Eben Alexander’ın deneyimine geçmeden önce, yıllardır  realite hakkında,  kitaplarımda ve geçen yıl Wembley’deki sunumumda anlattıklarımı özetlemekte yarar var. 
*Herşey aynı ‘Sonsuz Farkındalık’, aynı ‘Sonsuz Bilinç okyanusu’ ve bütün ayrılmalar, bölünmeler birer illüzyon. ‘Kişi’ dediğimiz ise, ‘Sonsuz Farkındalık’ veya ‘Sonsuz Bilinç’ içersinde sadece geçici birer odaklanma,  yani okyanustaki, birer damla.
*Bu bilinç okyanusu ‘Mümkün Olan Herşey’, yani heryerde ve hiçbiryerde ‘Sonsuz Olan’.
*’Sonsuz Olan’ın ana hali, sonsuz dinginlik ve huzur. Bazıları buna ‘hiçlik’ veya ‘boşluk’ diyorlar. Burada cevap da, bilen de, bilinen de, rüya gören de, rüyanın kendisi de hepsi aynı...
 *Hepimiz geçici odaklanmalarız. (Ben Charlie Jones, ben Mary Smith)
*Odaklanmamız seçimimize bağlı, seçtiğimiz büyüklükte de olabilir, sonsuzlukta da. Kendimizi Charlie Jones veya Mary Smith olarak da,  adı Charlie Jones veya Mary Smith olan geçici bir deneyim yaşamakta olan Sonsuz Farkındalık/Sonsuz bilinç olarak da  algılayabiliriz.



*Beden bilgisayarı biyolojik bir bilgisayar sistemi.  Bu sistem dikkati, geleneksel bilimde ‘görülebilen ışık’ şeklinde ifade edilen çok küçük bir frekans menziline odaklıyor. Bu menzil o kadar küçük ki, ‘Sonsuz Var Oluş’a oranla körlük gibi birşey.

*DNA çok daha engin bir realite ile etkileşim içersinde olan bilgi veya ‘veri alıcı- vericisi’dir.( Ben buna ‘kozmik internet’ diyorum.) Ve  DNA’nın ayarlı olduğu frekans dalgası da, ‘bilinç’li zihin olarak deşifre olup, deneyimlenmekte olan realiteye hükmeder.

*’Zaman’ ve ‘uzay/yer’, bizim realitemiz olarak deşifre olmuş olan illüzyonlardır. O minik frekans menzilinin ötedesinde zaman/uzay/yer yoktur.
*Dünyanın, bundan çok daha farklı, çok daha az yoğunlukta enerjisi olan, titreşen, canlı renkleri, beklentisiz-şartsız- koşulsuz sevgisi ve sınırsızlığı ile ancak rüya diyebileceğimiz başka frekans seviyeleri de vardır.

*  Wembley’deki sunumumda ‘archon’lar veya ‘cinler’ diye bahsettiğim güçler, (‘Reptilians’a bkn.) dünyanın realite seviyesini gaspedip, şimdiki haline saptırarak sahte bir alt realite yaratmışlar.  Aslında bu, birşeyin çok kötü bir kopyasını yapmak gibi birşey. Bu gaspetme;  ‘deneyimlenmekte olan realite’ olarak deşifre etmemiz için bize yoğun bir şekilde empoze ediliyor.
*Yani deneyimlemekte olduğumuz gaspedilmiş bir realite var ve bu da insanların ‘cehennem’ dedikleri enerji kaynağından yansıtılıyor. Yani şimdi bizim bu realitemiz,  ‘cehennem’in holografik bir projeksiyonu. Kısaca biz cehenneme gitmiyoruz,  zaten cehennemdeyiz! 



Cehenneme hoşgeldiniz, Nüfus: 666

Agnostikler, yani ‘bilinirci’ler, mistik veya şaman kişiler olup, hep baskılanmış, hatta zamanında en büyük güç olan Roma kilisesinin emirleriyle katledilmişler. Onlar, Mısır’daki Büyük İskender Kütüphanesinde bulunan yarım milyon yazılı parşömenden esinlenmiş kişiler. Vatikan’ın arşivlerinde olduğu kesin olan bu belgeler, ya yok edilmiş ya da kilise tarafından çalınmış.
Agnostikler, 1244’te Güney Fransa’daki Montsegur kuşatmasındandan sonra kitleler halinde katledilmiş olan Katar’larmış. Anlaşılan Agnostikler, Roma kilisesinin varlığını tehdit eden birşeyi, yani benim burada anlatmakta ve Wembley sunumumda bahsetmiş olduğum bilgileri biliyorlarmış.
1945’te, Mısır’da Nag Hammadi’de yaşayan bir köylü tarafından, çok sayıda
  agnostik metin keşfedilmiş. Bunlar deri ile bağlanıp kapalı bir kaba saklanmış. Tarih M.S. 350-400 yıllarından kalma gibi görünüyor, ama orijinal metinlerin M.S.100’e dayandığı düşünülüyor. 




Bu, İskenderiye’deki Büyük Kütüphaninin yangınından önceymiş, ama o zaman bile metinlerin temsil ettiği bilgiler milattan çok öncelere, hatta bizim zamanı algılayışımıza göre, tarih öncesine  dayanıyormuş. Metinler, Pagan agnostiklerin çalışmalarıymış, sonradan ortaya çıkan Hristiyan agnostiklerin değil. Agnostiklerin bildiği ve inandığı bilgiler, 13 el yazması kitap ile 50 adet metin olarak derlenmiş.
1945’te Mısır’da bulunmuş olan bu metinlerin tercümelerini okuduğum zaman, büyük çapta,  benim araştırarak edinmiş olduğum bilgilerde olduğu gibi, insanları yöneten ve manipüle eden gizli gücün varlığından söz etmekte olduklarını gördüm. 
Nag Hammadi’de bulunmuş olan metinlerin beşte birinde, ‘archon’ denilen insan olmayan  manipülatörlerden söz ediliyor. Bunlar insan zihnine nüfuz edip, insanların ‘gerçek’i  algılamalarını yönetiyorlar. Bu metinlerde sürüngen varlıklar var, bunlara bugün ‘Archon’ları temsilen ‘Greys’(Gri’ler) deniliyor. ‘Gri’ler, henüz oluşmamış bir bebek veya fetusunki gibi grimsi derisi ve sabit siyah gözleri olan varlıklar şeklinde tarif ediliyorlar. Bu arada bu bilgilerin, 2000 yıl önce yazılmış olduğunu da hatırlatalım.
Nag Hammadi metinlerinde John II. ‘archon’lar hakkında şöyle diyor: İnsan düşüncesinin, kendilerininkinden daha üstün olduğunu gördükleri için insanların psikolojik ve algılayış fonksiyonlarına egemen olma yolları aradılar. Onların memnuniyeti acımsı, güzellikten yoksun, zaferleri ise kötü yola götüren aldatmaya dayalı, çünkü kendi yapılarında hiçbir ilahi yön yok.
           
Archon’lar/Sürüngenler/Gri’ler; benim ‘yaratıcılık’ diye adlandıracağım özellikten yoksunlar. Doğrudan hiçbirşey yaratamıyor, ama yaratılmış olanı evirip çevirip bozuyorlar. Agnostikler onları, ‘görünürdeki gerçek’lik duygusu yaratıp insanları manipüle ederek aldatma konusunda çok ‘usta’olarak tanımlıyorlar. Dünyayı ‘hack’leyerek, gaspederek, gerçek dünyanın defolu bir holografik kopyasını yapmışlar. Onların dünyası, ‘cehennem’ tanımına tam uyuyor, oradan yansıttıkları da çoğu kişi için dünyanın cehennemsi şimdiki hali...
Wembley’deki sunumumda, robota benzeyen ‘archon’ların, insan toplumuna dönüştürülmüş olan karanlık, iç karartıcı, makinaya benzer dünyalarını sembolize etmek için bu iki resmi kullandım.  





Karanlık, kasvetli, mekanik olduğu gibi, hiçbir ilham veya yaratıcılık duygusu taşımıyor ve büyük çapta ölüm ve çürümüşlük kokuyor.
Dr.Eban Alexander’ın 2008’de yaşamış olduğu deneyime gelince. Birgün bu doktor, birdenbire e-koli menenjite yakalanıyor ve beyni tahrip oluyor. Derhal acile alınıyor, ama beyninin ve omurilik sıvısının tamamen iltihaplanmış olduğu görülüyor. Yaşama şansı ise neredeyse hiç yok. Mucizevi bir şekilde yaşasa bile hayatının sonuna kadar bitkisel hayatta kalacak. Sonuç olarak onun için herşey bitmiş görünüyor.

Ailesi, yedi gün boyunca, hiçbir hayat veya bilinç belirtisi göstermeyen Dr.Eben’in başında beklerken o, bir zamanlar hiç dikkate almamış olduğu ‘realite’nin alemlerine inanılmaz bir yolculuk yapıyor.
 O ve birçok başka akademisyen, doktor veya bilimadamı, buna benzer milyonlarca ölüme yakın deneyim hakkında, ‘beyinin nörolojik koşullara bir tepkisi’ şeklinde baştan savma açıklamalar yapmışlar. Ama bu açıklamalar, Eben Alexander’ın deneyimine hiç uymamış! Çünkü, bu tür fantazilerin kaynaklandığı söylenen beyinin o bölümü, yedi gün boyunca tamamen kapalıymış, yani şalter inmiş, hiç çalışmıyor, dolayısıyla da hiçbir rüya/fantazi üretmiyormuş. Doktor Eben’in beyninin sadece en ilkel kısmı çalışır durumda olup, onun tamamen ölmesi için gereken çizgiyi geçmesine sadece bu engel oluyormuş. 
Eben’in bilinci, artık çalışmayan beyinden kopup, perilere, meleklere karışmış. Bedenin dışındayken ilk  deneyimlediği realite pek de iç açıcı değilmiş. ‘Cennetin Kanıtı’ adlı kitabının bu bölümünde şöyle anlatıyor: 
Burası sanki ‘görünür bir karanlık’ gibiydi. Sanki çamurun içine batmış gibiydim, ama sanki camın içinden bakıyormuş gibi görebiliyordum.” 
Dr. Eben’in burada bir farkındalığı var, ama kendini tanımlama bilinci yok. Buna ‘Solucan gözüyle görünen alem’ demiş. Sonra uzaktan, ama güçlü bir şekilde ritmik bir tıkırtı, biraz kalp çarpmasına benzeyen, ama daha karanlık ve mekanik-sanki bir metali başka bir metale vurma sesi veya dev bir örse vuruluyormuş gibi sesler duymuş...O kadar güçlü vuruşlar ki, dünyayı veya çamuru veya nerede ise orayı titretiyor gibi... 



Bence burada Dr.Eben, ‘archon’ların alemine girmiş. Yani gaspedilmiş olan dünyanın kötü kopyası bize işte buradan yansıtılıyor.  Eğer insanlar, çok düşük enerji seviyesi ile ölmüşlerse buradan kurtulamıyorlar.  Sonra da, ya orada kalıyor, ya da şimdi bizim deneyimlemekte olduğumuz dünyanın bu kötü kopyasına yeniden enkarne oluyorlar. Sözünü ettiğim bu yolculuğu, yaşadığımız bu dünyada,  ‘ruhunu şeytana satmış’ diye ifade ettiğimiz, yani insanlığı manipüle eden archon-sürüngen soy ve onlarla bağlıntılı kukla kişiler yapıyorlar...   

Ölüme yakın deneyim yaşamış olan kişilerin ortak teması, ucunda bir ışık olan bir tünelden geçip çok önceden ölmüş olan yakınları veya başka varlıklarla karşılaşmaları, sonra da sonsuz bir sevgi, huzur, sevinç ve neşe realitesi deneyimlemeleri. Bence bu tünel bilincin, ‘archon’ların düşük frekans menzilinden korunarak  çıkışını sağlayan, yani kurtuluşa iten veya çeken bir çeşit girdap noktası.


Dr.Eben ise bu tünel deneyimini yaşamamış. Bunun yerine, kendisini bilinçten kopuk ‘yaşayan bir ölü’ olarak tarif etmiş. İlk bulunduğu yerde iyi olduğunu sanmış, az önce terketmiş olduğu dünya da dahil, hiçbirşeyi hatırlamadığını da sadece çok kısıtlı bir farkındalık içersindeyken algılamış.
Buradayken bir insan değildim. Hayvan da değildim. Sanki önceden vardım ve aşağıda birşeydim, o kadar.  Sadece kızıl kahverengi ebedi bir denizdeki yalnız bir farkındalık noktasıydım...” diye anlatıyor.
Kopukluk azalmaya başlayınca, farkındalığa doğru bir dönüş oluşmuş. Derken ortam bu sefer biraz ürkütücü olmaya başlamış. Doktor Eben, burada yanından geçen, kendisine kaygan ve dikenli derileri ile sürtünen sürüngen veya solucan gibi yaratıkları tarif ediyor.
Karanlığın içinden çirkin ve ürkütücü suratlar çıkıyormuş. Sanki yeraltında çalışan bir cüce ordusunun demirle örse vurması gibi sesler halindeki ritim gittikçe artıyormuş. Sonra bir koku almış, biraz dışkı-biraz kan-biraz kusmuk gibi. Dr.Eben kitabında bunu, “Biyolojik bir koku, başka bir deyişle biyolojik ölüm kokusu, biyolojik yaşam kokusu değil...”diye anlatıyor.
Bu, archon-sürüngenlerin, bizim dünyamızda da, elit soyun ajanlarının alemi. Ölüm, kan dökme, çürüme ve acı verme obsesyonu içersindeler. Bunların hepsi, bu archon-sürüngenlerin beslendiği düşük frekanslı enerji ile ürüyor. Dr.Eben’in tarif ettiği alem bu.
Bu varlıklar, mezarlıklara ve ölülerin bulunduğu yerlere dadanıyorlar. Frekans açısından bizim realitemize yakınlar ve bazen etkileşim olabiliyor, bu yüzden bazı insanlar ‘hayalet gördüm!’ veya ‘gölge gibi birşey gördüm!’diyorlar. Hayaletlerle ilgili temaların tek açıklaması bu değil kuşkusuz, ama onlardan birisi.


Satanik ritüellerde bu alemdeki varlıklarla bağlantı kuruluyor. Çok güçlü ritüeller bu varlıkları, özel enerji alanlarının kullanılması yoluyla bizim realitemize getirebiliyor. Tanrılara insan kurban etme ayinleri, Dr.Eben’in ‘Solucan gözüyle görünen alem’ olarak tanımladığı alemi, ölüm ve terör enejisi ile besliyor.
İnsanlar korku, terör ve ölüm enerjisi üretmek için ne kadar çok manipüle edilirlerse, bu alem daha iyi besleniyor  ve insanlara bir o kadar daha düşük frekanslı enerjiler ürettiriyor.  
Dr.Eben kitabında, ritmik bir şekilde tekrarlanan donuk, iç karartıcı, kükrer gibi ürkütücü, ama aşina gelen sesler duyduğunu anlatıyor. Tıpkı insan satanistlerin,  ‘archon’ realitesinden yansıyan ritüelleri gibi. 
Önemli bir nokta daha var; kendilerine ‘medyum’ diyen bazı kişiler, bu ‘archon’alemine geçip, manipülatif ve doğru olmayan zırvalara kanal oluyorlar. Gerçek medyum veya kanal kişiler ise farkındalıklarını iyice geliştirmiş olup, bu ‘archon’ tipi tımarhanenin çok ötesindeki,  çok daha yüksek frekanslara bağlanabiliyorlar.



Kimse korkusuna yenik düşmesin, bu ‘cehennem’, ‘Sonsuz’ olanın geriye kalan kısmında, ancak  filin üzerindeki bir sinek gibi kalır. Bütün güçlerin en güçlüsü;  nefret değil, acı çekmek değil, ‘cehennem’ bile değil, ama ‘Sonsuz Sevgi’nin gücü... Tek Gerçek ‘Sonsuz Sevgi’, gerisi hep illüzyon. Evet, buna özellikle ‘karanlık taraf’olarak algıladığımız kavram da dahil.
Onların gücü mü? Şaka mı ediyorsunuz? Onların gücü, sadece bizim onların gücü olarak algıladığımız kadar var. Eğer onları  bizde olmayan güce sahip olarak algılarsak, çok güçlü olurlar. Oysa insanoğlu olağanüstü bir güce sahip...
Şimdi ayrıntılara girerek Dr.Eben Alexander’ın kitabını okuyacak olanların zevkini kaçırmayalım, ama özet olarak şunu diyebiliriz ki; girmiş olduğu cehenneme benzeyen alemden, güzel bir kız formundaki ışık ve sonsuz sevgi tarafından kurtarılıyor ve kız onu,  sonsuz sevgi, huzur, mutluluk ve ‘Tek’ olunan sonsuzluğa geçiriyor. “Gördüğüm en güzel dünyaydı” diye yazmış kitabında. “Kendimi doğuyor gibi hissediyordum, ama bu, yeniden doğmak gibi değildi, sadece doğuyordum.”
Dr.Eben realitesine hakim olma gücünü hatırlayınca, ‘archon’ alemine yeniden girip, isteyerek çıkmış ve artık orada görmüş ve deneyimlemiş olduklarından korkmuyor. Gerçek, yüksek benliğinin gücüne kavuşmuş. 
‘Fizik’biliminin saçmalık olduğunu farketmiş. Bedenini terkettikten sonra zamanın olmadığını, bilincinden sorduğu soruya derhal bir cevap geldiğini görmüş. Onun ne demek istediğini çok iyi anlıyorum- ben de buna benzer bir deneyim yaşadım. ‘Zaman’ diye birşey yoktu. Ne zamandır söylüyorum, zaman, manipüle edilen kötü kopya bir realitede deşifre edilen bir kurgu...
Bu da başka bir ölüme yakın deneyim geçirmiş bir kişinin anlattıkları:
..en başından beri herşey, doğumum, atalarım, çocuklarım, karım, herşey aynı anda bir araya gelmişti. Kendim ve yakınlarım hakkındaki herşey çevremdeydi. Şimdi düşündüklerini de, önceden düşündüklerini de, şu anda olanları da hepsini görüyordum. Zaman yok, olaylar zinciri yok, sınırlama, mesafe, süre, yer yok. Aynı anda istediğim yerde olabiliyordum.
Sanıyorum, aşağıdaki şu resim, Dr.Eben Alexander’ın deneyimini yansıtabilir.

Wembley’deki sunumumda, yıllardır yazdığım kitaplarımın konusunu sembolize etmek için bu resmi kullandım.
Realitelerin en gerçeği; durgun, dingin ve sessiz,   ‘Var Olan Herşey’. Eben Alexander, ‘Öz’ veya ‘büyüleyici bir karanlık’ dediği  deneyimi şöyle tanımlıyor: “En saf sevginin doğduğu, herşeyin ‘bil’indiği alem”.
Onun ne demek istediğini çok iyi anlıyorum, ben de orada bulundum...
 Ona rehberlik ederek ‘archon’ aleminden çıkaran kız bir ‘ışık’ şeklinde görünmüş ve ‘şartsız- koşulsuz sevgi’ olan gerçek realite hakkındaki iletişim sözlerle değil, düşünce yoluyla olmuş. Eben Alexander’a şunlar söylenmiş:
-Seviliyorsun, değer veriliyorsun, ‘bağır’a  basılıyorsun.
-Korkacağın hiçbirşey yok.
-Yanlış yapacağın hiçbirşey yok.
Kuşkusuz,  ‘Sevgi’ herşeyin temeli.” diye yazmış  Dr.Eben. “Dünyada bile, kötülükten daha çok sevgi var, ama dünyada, varoluşun yüksek seviyelerinde asla mümkün olmayacak bir şey olan, kötülüğün güç kazanmasına izin veriliyor, göz yumuluyor. Yaratıcının, kötülüğün bazen üstün gelmesine izin vermesi, bizler gibi varlıklara tanınan özgür irade lütfunun gerekli bir sonucu oluyor. Evrenin her tarafına küçük çaplı kötülükler saçılmış, ama bu; iyilik, bereket, umut ve koşulsuz sevgi ile dolu olan evrenin tamamı ile kıyaslandığında,  tıpkı alabildiğine uzanan bir kumsaldaki bir kum taneciğine benzer.

Diğer boyutun ana dokusu sevgi ve teslimiyettir. Bu niteliklere sahip olmayan, hiçbir şekilde orada olamaz.   


"Sevgi ve bir evrenin doğuşu."
Ben de dahil olmak üzere birçok kişi, sürekli olarak acı ve üzüntü veren manipüle edilmiş realitede yaşıyoruz. Çoğunlukla algılamasak da ‘O’ hep orada. Sessizlikte derinlemesine düşündüğümüz zaman  bunu somut bir şekilde hissedilebiliriz. Bazen bağrından geldiğimiz, hep sevgi, huzur ve mutluluğun olduğu ‘Sonsuz’luğa olan özlemimizle yüreğimizde bir sızı olur.


Haberin en güzeli ise döneceğimiz yerin orası oluşu. Ancak şimdi işimiz şu; kollektif  olarak kalbimizi ve zihnimizi açıp içimizi, bizi de, ‘archon’ları da özgür kılacak olan sevgi ve farkındalıkla doldurmamız lazım.
Dr.Eben Alexander, beyni durduktan yedi gün sonra, doktorların şaşkın bakışları arasında gözlerini açtı. Oysa o durumda ölmesi gerekiyordu, belki de en iyi ihtimalle bitkisel hayat yaşardı. Ama öyle olmadı. Beyni yeniden yüklenip geçiş süresi tamamlandığı zaman,  fiziksel beyni ve bedeni gitmeden önceki ile aynı kaldı, ama o artık aynı kişi değildi.
Böyle bir mucize nasıl mı oldu?
‘Tek Gerçek Sonsuz Sevgi- gerisi hep illüzyon’...


Yazar, 'Proof of Heaven: A Neurosurgeon’s Journey into the Afterlife' (Cennetin Kanıtı: Bir Beyin Cerrahının Öte Alem Yolculuğu)
 03/29/2013 12:42’de blogunda çıkan yazıdan...
Yaşadığımız evrende herşey birbiriyle bağlantılı. Bedeninizdeki her bir atom ve o atomları oluşturan her bir atomaltı parçacık, evrendeki bütün diğer atomlarla ve bütün parçacıklarla alabildiğine ve doğrudan bir ilişki içersinde. Bu evren katı, sübtil maddeden değil, enerjiden, enerji de ‘bilinç’ denilen birşeyden oluşmuş.  Bilinç hiçbirşeyden oluşmuyor, çünkü bütün maddeselliği aşıyor. Yine de ‘bilinç’in birşeyden oluşmuş olduğunu tasavvur etmekte ısrar edersek, o madde ‘Yaratıcı’nın kendisi olur. 
Kesinlikle ve gerçekten hepimiz Yaratıcı’nın yansımalarıyız. Ancak ne yazık ki çoğunlukla bu gerçekten  habersiziz. ‘O’nunla olan yakınlığımızın, ‘O’nun sürekli bizimle olduğunun bilincinde değiliz. Günlük bilincimizin seviyesindeki,insanların ve cisimlerin dolanıp durduğu bu bölünme dünyasında, sürekli olarak birbirimizle etkileşim içersindeyiz, ama aslında hep yalnızız. 
Ama ayrı cisimlerin bu soğuk ve ölü dünyası bir illüzyon. Bu aslında bizim yaşadığımız dünya değil. Bizim yaşadığımız dünyanın, bizim algılayamayacağımız kadar çok boyutları var. Bilincin, ruh ve ‘öz’ün sadece gerçek değil, fiziksel olandan da gerçek olduğu bir dünya var ve fiziksel bedenlerimizi terkettiğimiz zaman dünyadaki ‘zaman’la bizi bağlayan bütün sınırlamalar ortadan kalkacak.

0 comments:

Yorum Gönder